Bu yolculuk çok tekinsiz…

Gaye Keskin

Rıdvan Hatun’un Can Yayınları tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı ‘Billur Örüntüler’, kimi zaman evcil leoparların tasmalarına asıldığımız kimi zaman fareli köyün kavalcısına dönüştüğümüz kimi zaman yer yatağındaki yorganı kaldırıp keçi pisliklerini, at kıllarını, koyun yünlerini görünce ayılıp bayıldığımız ama ne olursa olsun ayaklarımızı yere sapasağlam basmayı sürdürdüğümüz on üç öykülük tekinsiz bir yolculuk sunuyor bize. Yolculuğun sonunda nereye varacağımız ise örüntüleri ne kadar başarılı kurduğumuza bağlı.

BASTIRILMIŞIN GERİ DÖNÜŞÜ

Nurdan Gürbilek’in ‘Vitrinde Yaşamak’ kitabının ‘Bastırılmışın Geri Dönüşü’ bölümünden bir cümle alıntılayacağım: “Oysa bir kışkırtmadan söz ettiğimiz her yerde aynı zamanda bastırılmış bir arzudan, bir dışlanmışlıktan, bir eksiklikten, bir mahrumiyetten de söz etmemiz gerekiyor” diyor Gürbilek. Rıdvan Hatun, öykülerinin hemen hepsinde karşımıza tam da böyle karakterler çıkarıyor. Arzuları bastırılmış, dışlanmış ya da eksik bırakılmış.

Tanıdık, yabancı insanlar…

Fuhuş parasıyla annesini umreye gönderen, yönelimleri aile protokolüne takıldığı için kardeşinin düğününe kendisi değil yalnızca aldığı altın bilezik davet edilen Nazlım’ın gözyaşına katıp Zeynep’in on dört yaşındayken kucağına aldığı çocuğunun topal bacağının altına sürüyor bizi Rıdvan Hatun. Yetmiyor, oradan kaldırıp, mecbur olduğunu düşündüğü bir evliliğin içinde hayatını tüketen isimsiz anlatıcının sonunda bomboş kalan avuçlarına bırakıyor. Sonra da devinip durmamıza aldırmadan Elif’in boş rahmine sızdırıyor bizi. Omuzlarımızdan tutup kaldırıyor, nefesleneceğimizi düşünüyoruz. Bu kez on yaşında bir çocuğun gözünden porno sinemasının perdesindeki kadına ve adama baktırıyor. Sonra etrafımıza kilise duvarları döşüyor, tek eli olmayan bir bebeğin leopara yaklaşan emeklemelerinin sesini dinletiyor. Sonraki öyküde, bebeğin sesini Zarife’nin dilinden dökülen masala dönüştürüyor. Nihayet Zarife’nin parmaklarındaki pudra şekerlerine üfleyince de Temcit’in gözbebeğinden etrafı gösteriyor bize. O gözbebeğinden, her yüzün birbirinin aynısı olmaya başladığı distopik bir evrenin kapılarını aralıyor. Sonra kapıları sıkı sıkıya kapatıp kitabın son öyküsü ‘Pencere’yi açıyor. Elimize bir çekiç verip alnımızı fayanslara dayatıyor. Aslında Rıdvan Hatun, ‘Billur Örüntüler’ boyunca ayaklarımızın altındaki yeri sarsıyor, bastırılmışı geri döndürüyor.

ÖRÜNTÜLER, SESLER, SESSİZLİKLER

Kitaba adını da veren ‘Billur Örüntüler’, kitabın ilk öyküsü olarak çıkıyor karşımıza. Rıdvan Hatun, ‘Billur Örüntüler’in ilk paragrafının şu son cümleleriyle de içerideki karanlığı fısıldıyor: “Her gün başkalarıyla yemeğe oturuyorum. Masadakiler ekmeği, suyu paylaşıyor. Masadakiler ekmeği, suyu kapışıyor.”

On bir yıldır üniversite hayatının içinde debelenip duran, her defasında dönüp de kendisine çarpan ana karakteri ikinci tekil anlatımla, anlatıcıyı belirsizleştirerek veriyor yazar. Ama zaman zaman birinci tekile çevirdiği cümlelerle anlatıcının ana karakterin bir uzvu veyahut büsbütün kendisi olduğunun sinyallerini de saklıyor örüntülerin arasına. Sonra da, zaman geleceğe akmaya devam ederken, ana karakterin rotasını geçmişe çeviriyor ve üzerine lise formasını giydiriyor. Babasının kayıtsızlığı ve annesinin zihninin karanlığı arasında kaybolan ana karakter; gerçekliğini eski sınıfında, sessiz çığlıklarıyla haykırıyor. Tuz imgesinin alt metindeki çürümüşlük kavramıyla doldurulduğu ‘Billur Örüntüler’, kitabın içerisindeki diğer öykülere göre, görece sakin ve mesafeli karşılıyor okuru.

TRAVESTİ BİLEKLERİMİ ENİNE, KAPAN, KARBON VE PENCERE

‘Travesti Bileklerimi Enine’, kitabın mihenk taşlarından biri. Nazlım’ın kendi erkek bedeniyle konformist bir ilişki kuramamasını aktaran Rıdvan Hatun, kadınsılaşmanın onda yarattığı heyecanı şöylesi kısa cümlelerle okura veriyor: “Oje çok severim. Her renk. Keşke daha çok parmağım olsa.”

‘Travesti Bileklerimi Enine’, yazarın her karakteri incelikle inşa ettiği bir öykü. Öyle ki eczacı kalfası Abdullah Amca, Nazlım’ın hormon iğnelerini, şırıngası yüz elli liradan vurmaya devam ederken her defasında tövbe çekiyor. Veyahut torbacı Özgür, oğlu Muhammed Demir’in örümcek adamlı çantasında sakladığı otu sarıp Nazlım’a satıyor. Ya da Nazlım’ın arkadaşı Alev, cinsiyet değiştirdikten sonra pembe kimlik alabilmek için adını Elif Rümeysa Nisa Nur olarak değiştiriyor. Ailesinin görüşmediği Nazlım, muhtelif zamanlarda polis baskınına uğrayan evinden, içine sıkıştığı çaresizliğin izlerinden bahsederken diğerlerinin iki yüzlülüğüne şöyle haykırıyor: “Kimliğim mavi. Bana saldırdılar. Akşamına biber gazı spreyimi aldım, minimi çektim, makyajımı yaptım, alnımdaki bombeyi kâkülle kapadım. Saldırdılar. Şok cihazımı salladım, saçlarımı savurdum, bana saldıranlara neler yapacağımı herkese anlattım. Saldırdılar. Bıçak taşıdım, küfürlü intikam yeminleri ettim, havayı delip çevirdim. Saldırdılar. Tövbe ettim. Sokakta kaldım. Birilerinin evine sığındım. Onlar da saldırdılar. Beddualar ettim. Çırılçıplak soyundum. Yine saldırdılar.”

Billur Örüntüler, Rıdvan Hatun, 136 syf., Can Yayınları, 2023.

Kitabın beşinci öyküsü ‘Kapan’ı, ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ndaki şu girizgahla açıyor yazar: “Hamelin’de garip bir adam görüldü. Renkli, parlak kumaştan bir ceket giymişti. Kendisini Fare Avcısı olarak tanıttı ve kasabayı bütün fareler ve sıçanlardan belirli bir ücret karşılığında kurtarmaya söz verdi. Ve vatandaşlar bu teklifi sevinçle karşıladı…”

İsimsiz kahramanın rahmine yeni düşen bir cenin bırakan Rıdvan Hatun, kahramanı, evini işgal eden farelerle giriştiği bir savaşa sokuyor. Önce profesör komşusunun kedisi Mimi’yi, sonra fare zehirlerini, sonrasında da kapanları kendine zırh yapan ana kahraman, farelerden öylesine korkuyor ki, evin banyosunu işgal eden bu kemirgenler yüzünden banyo yapmıyor ve hatta banyoya giremediği için madeni salata kasesine işiyor. Günden güne büyüyen bir anksiyetenin eşiğine gelen ana kahraman, farelerden dolayı diğer bir komşusu Frau Oswald’la çetin bir mücadeleye girişiyor ve bu mücadele, ikiliden birinin mutlak yenilgisiyle sonuçlanıyor. Yazarın ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ndan bir alıntıyla bitirdiği Kapan, gerçek bir av-avcı hikayesini anlatıyor.

Kitabın sondan ikinci öyküsü ‘Karbon’da Rıdvan Hatun, distopik, kaotik ve aynılaşmanın getireceği kaygıdan bir yolda yürütüyor bizi. Üç anlatıcılı bu öykü, “Doğan ilk, yüzünü göremediğim dördüncü çocuğum” cümlesiyle başlıyor ve Temcit’in annesi tarafından seçilemeyen yüzünden, Temcit’in yüzleri ayırt edemeyen zihnine, oradan da herkesin birbirine benzemeye başladığı bir evrene açıyor kapılarını. “Hayat sadece geriye doğru bakarak anlaşılabilir” sözüne ev sahipliği yapan ‘Karbon’, alt metnindeki ters çevrilmiş prosopagnozileyle bizi koltuklarımızda huzursuzca kıpırdatıyor. Herkesi aynı gören birinin penceresinden, herkesin aynı olduğu yere savuruyor.

Kitabın son ve en iyi öykülerinden biri olan ‘Pencere’, evinin banyosunda yalnızca sesini duyduğu komşusuyla konuşan adamın travmatik hikayesini anlatıyor bize. Diyalogların diğer yüzündeki kadını seçemediğimiz ancak fısıldayan cümlelerini okuyabildiğimiz ‘Pencere’, fayans duvarların arasına sıkıştırıyor gövdemizi. Genç adamın çocukluk travmasındaki, “Kadın evin kapısını açarken arkasından yanaştılar. Ağzını kapayıp zorla içeri girdiler. Genç kadın direndi. Kenarları küt, sert bir cisimle kafasına defalarca vurdular. Yüzünü tanınmaz bir hale getirdikten sonra evdeki ziynet eşyalarıyla kaçtılar. Bütün bunlara şahit olan çocuğun ağzını uzun süre bıçak açmadı” cümleleriyle de sarsıyor. Öykünün sonunda ana karakter, çocukluğunun travmasındaki küt uçlu cismi, bu kez kısıldığı kapandan kurtarmak için savuruyor: “Derin bir nefes aldı. Önüne döndü. Çekicin küt tarafıyla daha yumuşak darbeler vurdu.”

TAY GİTTİ TAY, MAVİ BEYAZ PEMBE ORLON İPLİKLER

Rıdvan Hatun; ‘Marena Evcil Leopar’, ‘Kapan’, ‘Karbon’ ve ‘Pencere’de bir sentez yaratıyor. ‘Billur Örüntüler’, ‘Nereye Vurmak İsterdin’, ‘Travesti Bileklerimi Enine’, ‘Tatlı’, ‘Gelincik Uykusu’, ‘Bencil Karıncalar’, ‘Kaplan’ ve ‘Puşt, Site Sineması’nda ise görece birbirine benzer koşullardaki insanları anlatıyor. Bu noktada öznel bir tercihle, ‘Tay Gitti Tay’ ve ‘Mavi Beyaz Pembe Orlon İplikler’i genelden ayırabileceğimizi söyleyerek, kırsal öğeler içeren bu iki öykünün kitabın en iyi hikayeleri arasında sayılabileceklerini de ekleyerek, farklılıklarından bahsetmek istiyorum.

‘Tay Gitti Tay’, “Önce atlar gitti, sonra mevsimler iç içe geçti. Çiftlikteki küçükbaşlar ilaçtan zehirlendi, nicesi telef edildi. İyi gübre bulmak güçleşti. Sonbahar erken donu tarlalara vurdu. İlkbahar geç yağışları kara leke yaptı. Ceviz ağaçlarına bordo bulamaç kâr etmedi. Düşen yapraklar topraklandı, ateşe verildi. Yaz sıcağı ilk sürgünü yaktı. Kâzım Bey öldü” paragrafıyla başlıyor ve Rıdvan Hatun, ölümü sıradan eylemlerin ardına kararken, Kâzım Bey’in sıradan olmayan yüzünü ve korkunç karanlığını sonraki sayfalara saklıyor. Kâzım Bey’in tek tırnaklı, üç parmaklı, biçimsiz eli; biri öbüründen kısa topal bacağı, sarı siyah ağzı olan oğlu Mahzun’u ve ömrü, bey evinde gelin olmanın yüküyle geçen Mahzun’un karısı Selma’yı, ölünün ardından kaynayan kazanın içinde gösteriyor bize yazar. Sonra suyun altını biraz daha harlıyor ve on dördünde evden gönderilen Kâzım Bey’in kızı Zeynep’i, kaynayan kazanın başına bırakıyor. Geçmişe dair sırların katman katman açıldığı ‘Tay Gitti Tay’, büyük bir hezimet ve dahi kapkara bir aile sırrıyla yol alıyor. Öykünün sonunda kullandığı at metaforuyla ve Mahzun’un şu cümleleriyle yazar bize de suyun harını sıçratıyor: “‘Anaa’ diye ünledi Mahzun atın ardından. Zeynep’e döndü. ‘Sen ne ettin! Daha sütten kesilmemiş yavrusu vardı ya tavlada!'”

‘Mavi Beyaz Pembe Orlon İplikler’, ana karakter Zarife’nin, sahura kalkmış torunlarına anlattığı masalla başlıyor. Zarife, “Gece de ben de saçlarının arasında, kestiler. Ne dedin. Bak bu nehir bizim köyü kaç yerinden kesiyor. Daha da güneşin doğmasın kör olası, açmaz tomurcuklar. Ben hep seni doğdum, niye sonra…” diye mırıldanırken torunlarının birbiri üzerine inen sesleriyle susturuluyor. Rıdvan Hatun’un dil yetkinliğini, kıvraklığını ve duygu geçişini başarıyla kullandığı bu öykü, ezanın okunduğu yerden Zarife’nin başka bir masal anlatmasıyla devam ediyor. Ve Halime’nin hikayesi de işte tam orada başlıyor. Zarife, Halime’yi şu sözlerle anlatıyor: “On yedisine bastığı gün, güzelliği de şanı da şahlanınca Geçitköylü Kör Hafız, ‘Cin çeker bu güzellik, ondan önce başına er çekmeli, tez zamanda evermeli!’ diye canı çekilmiş kuru bir kuşla haber gönderdi. Bu uyarının arkası bir ay dönmeden Halime başında kırmızı duvak, kolunda bir ince bilezik, kimsesiz, çirkin bir kocaya vardı. Köyün yaşlı kadınları, ‘Kadersiz’ diye vah çekti, genç kızların içlerinin yağları eridi.”

Peki… Halime evleniyor evlenmesine de üzerindeki gözler çekiliyor mu? Zarife, eteğine toplaşan torunlarına anlattığı hikâyeyi bu sorunun cevabını vererek bitiriyor ancak okurun aklına cevaplanmamış başka sorular bırakarak soğuk suyundan kana kana içiyor.

Rıdvan Hatun’un kaleminin yetkinliğini ortaya koyan bu iki öykü, kilisedeki evcil leopar Marena’dan, Frau Oswaldlar’ın dünyasından, birbirinin aynısı olan yüzlerden, pencerenin ardındaki ölü bedenden daha farklı imgeler sunuyor bize. Kırsalı, cehaletin karanlığını, sıradanın tehlikeli yüzünü gösteriyor. Üstelik kanırta kanırta, hepimizin hayatlarından izler sunarak yapıyor bunu.

SON SÖZ

Rıdvan Hatun, ‘Billur Örüntüler’de ötekine bakıyor ve baktığı yeri bize kelimeleriyle gösteriyor. Bedensel farklılıkların, zihinsel karmaşayla çarpıştığı hikâyeleri ve devinimli kurguları olgun bir dille anlatıyor.

‘Gelincik Uykusu’ öyküsündeki bir cümlede şöyle diyor Rıdvan Hatun: “Döktüğü tas tas kaynar su, köpüklerle beraber soyulmuş derilerimizi süpürdü.”

Peki suya karışan deriler yetiyor mu arınmaya?

Nurdan Gürbilek’in ‘Vitrinde Yaşamak’ kitabındaki ‘Bastırılmışın Geri Dönüşü’ bölümünden bir alıntı daha yapacağım: “O halde sormamız gerekiyor: Bastırılmış olan geri dönüyor, ama nereye?”

Ama nereye?

Sorunun cevabı, ‘Billur Örüntüler’in sayfalarında gizli. Yolu bulmaksa size kalmış…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir